Ali İmran Notları
Akhenaton
1. Bölüm
Aşağıdaki çalışma; Eylül, Ekim ve Kasım ayları arasında Ali
İmran suresini okuyup anlamaya çalışırken düştüğüm kişisel notlardır.
17. Onlar sabredenler, dosdoğru hareket edenler, gönülden
boyun eğenler, infak edenler ve seher vakitlerinde bağışlanma dileyenlerdir.
Seher vakitleri, biyolojik olarak epifiz bezinin en çok çalıştığı saatler.
Epifiz bezi, eski çağlardan beri Allah ile insan arasındaki köprüyü kuran, DMT
yani ruh molekülü kimyasal salgıyı salgılayan bez. Resulullah’ın seher vaktini
dua ve ibadet ile geçirilmesini tavsiye eden hadisleri var.
Muhammed Esed’in ESHAR (اَسْحَارِ) kelimesi üstünde yorumu ilginçti. Esed diyordu ki bu
ayetleri açıklarken, affedilmeyi günün belli bir vaktine bağlamak yani seher
vaktiyle özdeşleştirmek yanlıştır. SEHER ya da SUHUR’un kalp anlamına da
geldiğini göz önünde tutarak seher vakitlerinde yapılan af dileme ya da dua
değil KALPTEN YAPILAN AF DİLEME VE DUA anlamı veriyordu Muhammed Esed.
18. Allah, kesin olarak bildirdi ki kendisinden başka tapacak yoktur. Meleklerle bilgi sahipleri de tam bir doğrulukla bunu bildiler,
bildirdiler. O üstün Allah’tan, o hüküm ve hikmet sahibinden başka tapacak yoktur.
18. ayette “ulu’l-ilmi” (اُو۬لُوا الْعِلْمِ) kelimesine geldik. Daha önceki ayetlerde ve
okumalarda da “ulu’l-elbâb” (اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ) kelimesinin geçtiğini görüyoruz. ŞAHİDELLAHU ENNEHU LE İLEHE İLLEHU, bir bakıma kelime-i tevhidin temelini oluşturuyor. Meallerde
BİLDİRDİ, ONAYLADI ya da ŞAHİTLİK ETTİ diye geçen ŞEHİDE kelimesine, eğer
BİLDİRDİ anlamı verdiğimizde hem Hz. Âdem’den Resulullah’a kadar gelen
peygamberlere verilen vahiy hem de KAİNAT AYETLERİ akla geliyor.
Örneğin göğe bakarak, uzaya, kainata bakarak bizi tefekküre sürükleyen bir
incelik, mantıki çıkarım, bir aklediş yaparsak, tanık olduğumuz tüm bu
mükemmellik, düzen, bilimsel yasalar, fizik kanunları, sadece ve sadece bu tüm
kainatın, bu sanatın TEK BİR YARATICININ işi olduğuna bizi getiriyor. Hatta
Enbiya suresinde bir ayet vardı, 22. ayet. Şöyle diyordu:
Lev kâne fîhimâ âlihetun illallâhu lefesedetâ. Fesubhânallâhi rabbi-l’arşi
‘ammâ yasifûn.
Yani.... Göklerde ve yerde Allah’tan başka tapılacaklar bulunsaydı, gökler ve
yerler karmakarışık olup, düzeni bozulurdu. Şüphe yok ki, arşın Rabbi olan
Allah, onların yakıştırdıkları her şeyin ötesinde ve üstündedir.
19. Hiç şüphesiz, Allah katında din İslam’dır. Kitap
verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, ancak aralarındaki “kıskançlık,
azgınlık ve aşırılık” (bağy) yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini
inkâr ederse, (bilsin ki) gerçekten Allah, hesabı pek çabuk gören (ve
karşılığını verendir).
19. ayet hakkında da konuşmak gerekiyor. Yani İNNEDDİNE İNDELLAHİL İSLAM.
Burda İslam kelimesi, çoğu insanın tanımladığından farklı olarak Resulullah’la
yeni doğan, yeni gelen bir dini anlatmıyor. Hz. Âdem’den Resulullah’a kadar
gelen dini adlandırıyor Allah İSLAM kelimesi ile Kurân-ı Kerîm’de. Peygamberler
farklı, şeriatler ve kitaplar farklı, ama DİN AYNI. Bu, İSLAM kelimesinde olduğu
gibi MÜSLÜMAN kelimesinde de böyle:
Enam 163’te Resulullah’a BEN MÜSLÜMANLARIN İLKİYİM demesi isteniyor. Araf
143’te sanırım, bu cümleyi Hz. Musa söylüyor. Ali İmran 67’de Hz. İbrahim’in ne
Yahudi ne de bir Hıristiyan olduğu, aksine DOSDOĞRU BİR MÜSLÜMAN olduğu
söyleniyor. Yani her peygamber, peygamberliğini icra ettiği sırada kendi
çağdaşları arasındaki ilk Müslüman’dır. Yani hepsi de kendi dönemlerinin ilk
Müslümanlarıdır.
30. O gün her nefis, ne hayır işlemişse, ne kötülük yapmışsa
onları önünde hazır bulur. Yaptığı kötülüklerle kendi arasında uzak bir mesafe
bulunsun ister. Allah, size asıl kendisinden çekinmenizi emreder. Şüphesiz ki
Allah, kullarını çok esirger.
30. ayetteki ne hayır işlemişse ve ne kötülük yapmışsa kavramları, Zilzal
7-8’de de geçiyor: Femey-yağmel misgale zerretin khayran yarah. Femen Yağmel
misgale zerretin şerran yarah. Yani kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu
(karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu (karşılığını) görür.
Yine Kehf 49. ayette insanların mahşer gününde amel defterlerini gördüklerinde
şöyle dedikleri/diyecekleri anlatılıyordu: ŞU KİTABA NE OLUYOR Kİ KÜÇÜK-BÜYÜK BIRAKMAYIP HER
ŞEYİ SAYIP DÖKÜYOR!
31-32. De ki, siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki,
Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve
bağışlayıcıdır. De ki, Allah’a ve Peygamber’e itaat edin! Eğer aksine
giderlerse, şüphe yok ki Allah kâfirleri sevmez.
Burda yine Allah’a itaat ve resulüne itaat konusu çıkıyor karşımıza. Bu, hep
karıştırılıyor. Allah ve Resulü’ne itaat derken aslında iki farklı otoriteden
bahsetmiyor. Tek bir otorite vardır, Allah’tır. Allah’ın emir ve yasaklarını ise
peygamber getirir. Yani Resul’e itaat, onun getirdiği vahye itaattir. Enam 50’de
Resulullah’a şöyle demesi emrediliyordu:
İn ettebiu illa ma yuha ileyy, yani BEN ANCAK BANA VAHYEDİLENE UYARIM!
Yani kendi kafamdan hareket etmiyorum, keyfiyete dayanmıyorum. Dayandığım tek
şey, Kuran... Vahiy... Ben, ona itaat ediyorum... Ve... Söylediklerim ve sizden
yapmanızı istediklerim de vahiy dışı şeyler değil. Hani diyor ya ayette: Sümme
lekata’nâ minhul vetîn. Sonra da elbette şah damarını çeker koparırdık.. Yani
Kurân-ı Kerîm’den başka şey söyleseydi...
Aslında şunu konuşmamız gerekiyor: Müslümanlar için otorite kimdir? Ya da
din, otoriteyi kime devreder? Mesela Eski Mısır’a bakıyorsunuz, Eski Mısırlılar,
yöneticilerinin, yani ünvanları FİRAVUN olan yöneticilerinin sahip oldukları
gücün TANRISAL BİR MEŞRUİYETE HAİZ olduklarına inanıyorlardı. Bunu sağlayan da o
dönemde Kurân-ı Kerîm’in sembolleştirdiği bazı toplum gurupları vardı. Yani üçlü
bir pentaon. Kimdi bunlar: HAMAN, KARUN ve BELAM.
Haman, ordu ve mimariyi
simgeliyordu. Karun, ekonomiyi simgeliyordu ve Belam da dönemin ilim adamlarını
simgeliyordu. Bir de bunların yanında akil insanlar dediğimiz Firavun’un
danışmanları vardı: MELE takımı yani. Ve sihirbazlar. Bugün karşımıza MEDYA
olarak çıkan ve o dönemde ALGI OPERASYONLARIYLA firavunun ilahi bir gücünün
olduğuna inandıran sihirbazlar. Ne yapıyordu bu sihirbazlar, Musa örneğine
baktığımızda. O dönemin bilimiyle asalarını atıyorlar ve halk bu değneklerin
yani asaların yılana dönüştüğünü zannediyordu kullandıkları CİVA yüzünden.
Hıristiyanlıkla beraber Roma... Roma, Hıristiyanlığı resmi din olarak seçti.
O sırada başında İmparator THEODOSİUS vardı. Theodosius’un amacı,
Hıristiyanlıkla egemen olduğu toplumun üstündeki OTORİTEYİ sağlamlaştırmaktı.
Çünkü İncil, şöyle diyordu: SEZAR’IN HAKKI SEZAR’A, TANRI’NIN HAKKI TANRI’YA. Yani
bir Hıristiyan için bu ayet yüzünden iki otorite vardı: Biri Sezar, yani DEVLET,
öbürü ise TANRI. Pavlus, İncil’de Romalılar’a Mektup bölümünde şöyle
seslenmişti:
“Herkes, altında yaşadığı yönetime itaat etsin. Çünkü Tanrı’dan
kaynaklanmayan yönetim yoktur. Var olanlar Tanrı tarafından tesis edilmiştir. Bu
nedenle, yönetime karşı direnen, Tanrı buyruğuna karşı gelmiş olur. Karşı
gelenler ise yargılanır.” (Romalılar 13:1-2)
Ve en son İslam ile gelen Kurân-ı Kerîm, her türlü otorite ve egemenliğin
Allah’ın koyduğu sınırlar ve kurallar çerçevesinde olduğunu söylüyordu. Yani hem
kendini Allah’ın vekili ya da halefi olarak görüp otorite ve egemenlik yetkisini
Allah adına kullanmaya çalışan teokratik bir yapıya, örneğin FİRAVUNLUK gibi,
bugünkü papalık gibi, ve... Hem de... Allah’ın öngördüğü ilkeleri ve sınırları
dikkate almayan her yapıya karşı çıkıyordu.
Gelgelelim İslam toplumları, tarihsel süreçte bazı yöneticileri ALLAH’IN
GÖLGESİ olarak tanımladılar. Firavunluk sistemi teokratik bir yapı kurdular.
Bunu yaparken de Kurân-ı Kerîm’deki ULUL EMİR tanımını manipüle ettiler. Ayetteki SİZDEN OLAN, MÜMİN OLAN, DAVRANIŞLARI MÜMİNCE OLAN ifadesi adeta
atlanarak her türlü otoriteye itaatin ŞART olduğu gibi bir yaklaşım
sergilediler. Böylece şöyle bir anlayışa, bir yola girdiler:
“Başınızdaki ululemir, yöneticiler fasık da olsa gasıp da olsa itaat
vaciptir!”
Bu anlayış, STATÜKO’nun KUTSANMIŞ HALİDİR ve son 20-25 yıldır TÜRK-İSLAM
sentezi adı altında arz-ı endam ediyor.
Burdaki ulul emir terimini de bence irdelemek gerekiyor. Örneğin Maturudi’nin
yorumuna baktığınızda o ulul emir’i ULEMA ile bağdaştırıyor. Resulullah’tan sonra
bu kavramın kimleri temsil ettiği konusunda hep tartışıldı hatta hala da
tartışılıyor. Yani ulul emir diye nitelendirilen kim: devlet başkanı mı (yani
EMİR), alimler mi (yani ULEMA) ya da yöneticiler mi (yani UMERA). Şia’ya
bakıyorsunuz, bu terimi MASUM İMAM doktrinini desteklemek için kullanıyorlar.
Yani imamlarının MEŞRUİYETİNİ ve MASUMİYETİNİ Allah ile temellendirmek için bu
terimi kullanıyorlar.
Yani sonuç olarak Maturudi, ulul emire hem ULEMA, yani
alimler, hem de UMERA, yani yetkilendirilmişler manasını veriyor. Örneğin küçük
bir birlik var, onu gönderiyorsunuz, başlarından biri de komutan, o ne derse
yerine getirilmek zorunda. Hani bugün özel timdeki tim komutanı gibi, diğer
askerler ona itaat etmek zorunda. Bu görüş bana da akla yatkın geliyor, yani
sorgulanamaz bir yönetim sistemi yerine bir topluluktaki akil kişi ya da küçük
bir timdeki komutan. Ve bunların yanında altını çizerek söylüyorum SİZDEN OLAN.
Yani mümin olan, fasık olmayan, adaletle hükmedebilecek olan vs. bu nitelikleri
taşıması gerekiyor.
33. Gerçekten Allah, Adem’i, Nuh’u, İbrahim soyunu ve İmran
soyunu âlemler üzerine seçkin kıldı (kimi meallerde SEÇTİ).
Burda İmran kim? Meryem’in babası ve okuduğumuz surenin de adı. Al-i İmran,
yani İmran ve ailesi.
46. O beşikte iken de, insanlarla olgunluk çağındaki peygamber
vasfıyla, sâlih kimselerden biri olarak konuşacak.
Beşikte konuşma olayı, Meryem 29-33’te biraz daha açılıyor:
Bunun üzerine Meryem çocuğu işaret etti. “Beşikteki bir çocukla nasıl
konuşuruz?” dediler. Cevabı çocuk verdi: “Ben Allah’ın kuluyum; O, bana kitap
verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, o beni kutlu ve bereketli
kıldı; yaşadığım sürece bana namazı, zekâtı ve anneme saygılı olmayı emretti;
beni zorba ve isyankâr yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve yeniden hayata
döndürüleceğim gün esenlik benimle olacaktır.
48. (Allah) ona Kitab’ı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i
öğretecek.
Burada ilginç bulduğum şey, KİTAB kelimesinin Tevrat ve İncil’le beraber
alternatif olarak anıldığı. Yani Allah, ona KİTABI, HİKMETİ,
TEVRAT’I ve İNCİL’İ öğretecek.
Aklıma şu ihtimal geliyor: Kimi vahiyler, kitap haline getirilmemiş olabilir.
İncil de Hz. İsa’ya verilmiş ama yazılı hale geçmemiş olabilir. Çünkü bugün
elimizdeki İncil, tamam, havarileri tarafından yazılmış ama Hz. İsa’ya
vahyedilen İncil değil, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra (tabii
Hıristiyanların bakış açısıyla) bugün hadis yazımı gibi onun hayatının
yazılmasını ele alan bir kitaptır. Yani İncil’de konuşan kişi, Kuran-ı Kerim’de
olduğu gibi Allah değil İsa peygamberin kendisidir, hadis gibi onun ağzından
çıkan sözler ve peygamberliğini ilan ettikten sonraki hayatı ve yaptıkları
anlatılmıştır.
49. İsrailoğullarına peygamber olarak gönderir, o da onlara
der ki: Ben, Rabbinizden delille geldim size. Balçığı yoğurur, kuş şekline
sokar, ona üflerim, Allah’ın izniyle kuş olur. Anadan doğma körü körlükten
kurtarırım, abraş (alaten) illetine tutulmuşu, Allah’ın izniyle iyileştiririm ve
Allah’ın izniyle ölüyü diriltirim, evlerinizde yediklerinizi, sakladıklarınızı
size bildiririm. İnanmışsanız şüphe yok ki, bunlar size delildir.
49. ayette anlatılanların çoğu İncil’de geçmektedir. Örneğin hastaları
iyileştirmesi, körlerin gözünü açması. Hatta İncil’de bu ayete uygun olarak Hz.
İsa’nın LAZARUS adlı bir kişiyi ölümden dirilttiği anlatılır. Lazarus, batılılar
için bu yüzden bir kavram haline getirilmiştir. Hani tıpta, kişi ex olduktan
yani öldükten sonra ölü bedende meydana gelen mekanik hareketlere LAZARUS ETKİSİ
adı verilmiştir. Sadece balçıktan kuş yapıp onları canlandığına değinilmez.
50. Tevrat’ın gerçekliğini söylemekte, size haram edilen bazı
şeyleri helal etmekteyim, Rabbinizden delillerle geldim. Sakının Allah’tan da
bana itaat edin.
Gerçekten de İncil’de Hz. İsa’nın hayatına baktığımızda bazı haram şeyleri ya
da haram şeyleri işlenen verilen cezaları kaldırdığını görüyoruz. Örneğin
Mecdelli Meryem denen bir kadının ki Hz. İsa’nın annesi Meryem’den farklıdır,
taşlanarak recmedilecekken halkı durdurduğu, “Aranızda günahsız olan ilk taşı
atsın.” dediği anlatılır. Ya da Yahudilere getirilen Cumartesi çalışma yasağını
kaldırmıştır. Başka getirdiği bir helal de Enam 146’da Yahudilere bir ceza
olarak haram kılınan “Bütün tırnaklı hayvanların etleri ile sığır ve koyunun iç
yağlar”dır. Yani bu cezayı kaldırmıştır. Bunun yanında Pavlus’un da bazı
haramları Hıristiyanlıktan kaldırdığını görüyoruz: Örneğin DOMUZ ETİ.
Şunu da söylemek, daha doğrusu sormak gerekiyor: “Bir yasayı kaldırmak,
Allah’ın sünnetullahına ters midir?” diye. Ama Allah’ın iki farklı yasası
vardır, biri kevnî diğeri de şerî yasalarıdır. Kevnî yasalarda değişme olmaz.
Ama vahiy ile ortaya konan şerî yasalarda değişiklik olabilir. Örneğin şarabın
ya da sarhoş edici içeceklerin önceden serbestken (çünkü İncil’de böyle bir
yasak yoktur) Kuran’la beraber içki, Müslümanlara haram kılınmıştır. Yani
Musa’nın şeriatinde haram olan şey başka bir peygamberin şeriatinde haram
değildir. (Belki burada NESH kavramını biraz konuşmamız gerekiyor)
Son olarak Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta şarap haram değildir, ama sarhoş
olacak kadar içmek haramdır. Efesliler 5. Bab 18. ayette şöyle der:
“Şarapla sarhoş olmayın, sizi sefahate götürür. Bunun yerine Ruh’la dolu
olun.”
Ya da İsa, son akşam yemeğinde ekmek ve şarap alıp bunu öğrencileriyle
paylaşır. “Bu, benim etimdir.” der ekmeği dağıtırken ve şarabı dağıtırken “Bu, benim
kanımdır.” der. Hıristiyanlık’ta ekmek-şarap ayininin nedeni, bu, Hz. İsa’nın son
akşam yemeğidir.
50. ayette son olarak konuşulması gereken bir konu, Hz. İsa’nın havarilere
ALLAH’TAN SAKININ VE BANA İTAAT EDİN demesidir. Allah ve resulüne itaat konusu
bu ayette yine karşımıza çıkıyor.
52. İsa, onların inkarcılığa yöneldiklerini sezince “Allah’a
giden yolda benim yardımcılarım kimlerdir?” dedi. Havariler: “Biz Allah’ın
yardımcılarıyız. Allah’a iman ettik. Bizim Müslüman kimseler olduğumuza şahid
ol” dediler.
Bu ayette havarilerin “Bizim Müslüman kimseler olduğumuza şahid ol” demeleri
kayda değer...
54. Yahudiler Îsâ’yı öldürmek için sinsi planlar yaptılar.
Allah da karşı plan yaparak uyguladı. Allah plan yapanların en hayırlısıdır.
Fısıh, yani mayalı ekmek bayramı yaklaştığında başkahinlerle din bilginleri,
Hz. İsa’yı ortadan kaldırmak için bir yol aramaya başladılar. 12 havariden biri
olan Yahuda İskaryot, kahinlerle görüştü ve Hz. İsa’yı 30 dirheme satmak üzere
onlarla anlaştı. Yani bunun için onlardan para istedi. Fısıh günü, son akşam
yemeğini yediler ve Romalı askerler, İsa’yı tutukladılar ve Vali Pilatus’a
götürdüler. Pilatus, Yahudi din adamlarının da baskısıyla İsa’yı çarmıha germeye
karar verdi.
İşte 54. ayette kurulan bir tuzaktan bahsediyor. Aslında sadece Hz. İsa’yı öldürme
planı değil, ölümünden sonrasını da düşünüyorlardı. Yani tuzaklarının 1. kısmı,
Hz. İsa’yı vali Pilatus’a öldürtmek - ki halkın tepkisinden dolayı kendileri
yapamıyordu- İsa’yı vali Pilatus’a öldürtmek istediler. Tuzağın ikinci adımı ise
onun getirdiği öğretiyi yok etmekti. Çünkü Hz. İsa’nın anlattıkları, uydura
geldikleri din için bir tehditti.
Ali Şeriati’nin de dediği gibi, dinin karşısında hep din ve din adamları
olmuştu ve yine öyle olacaktı. Bunun için de Yahudi din bilginleri, Pavlus’u
İsa’ya iman edenlerin arasına soktular. Pavlus da, Yahudi bir din bilginiydi.
Getirdiği öğretilerle İsa’nın anlattıklarını yok etti.
Allah, her durumda kendilerine uymaları için şeriat ve yasa getirmesine
rağmen, Pavlus, İsa’nın insanoğlunun günahları için öldürüldüğünü, dini anlamda
bir kurban olduğunu, artık yasaya ve şeriate uymak zorunda olmadıklarını,
İsa’nın kendileri için çarmıhta öldüğüne iman edenlerin sorgusuz sualsiz Allah
önünde aklanacağını ve artık Allah’ın kulu değil çocukları olacağını
Hıristiyanlığa soktu. Yani Kurân-ı Kerîm’in SALİH AMEL diye nitelendirdiği
“eyleme geçme” fikrini ortadan kaldırdı.
Bugüne geldiğimizde Hıristiyanlığı bozan Pavlus’un yerini İslam’ın
Pavluslarının aldığını, İsa’yı yönetime, yani, Roma valisine şikayet eden ferisi
din bilginlerinin yerini yine kendilerine Müslüman diyen, alim diyen ya da şeyh
diyen gavs diyenlerin aldığını görüyoruz.
İslam’ın Pavlusları, Hıristiyanlığı bozmak için ne yaptılarsa, İslam’ı tahrif
etmek için yine aynısını yaptılar. Hadid suresi 27’de şunları okuyoruz:
Ve rahbâniyyete nibtedaa ûhâ mee ketebnâhe ‘aleyhim Yani: Ve
kendilerine yazmadığımız bir ruhbanlık uydurdular.
Pavlus’un uydurduğu ya da Hıristiyanlığa soktuğu bu ruhbanlık anlayışını
bizim Pavlus’larımız da İslam’a soktular. Hangi adla? Tasavvuf, tarikat ya da ne
ad verirseniz. Bu ruhbancılığın içinde ibadetler vardı; namaz, oruç, zekat vardı; ama
bu dünyayı ilgilendiren sosyal meseleler yoktu. Yani ruhban kelimesi zaten bunu
anlatıyor: Bu dünyadan kopuk bir din... Bu dünyadan kopuk bir din... Salih amelsiz, dul ve yetimi
kollamasız, fakiri kollamasız, adaletle hükmetmesiz. Yani... Kelimenin tam
anlamıyla seküler... Yani laik...
Ve bu iki ruhbanlık türü de ne hazindir ki dinin ticarethane olmasına vesile
oldu. İnanmak isteyen halkı sömürdüler. Sosyal hayatsız ve içine kapalı bir din
inşa ettiler. Bu, İncil’deki Pavlus karakteri. Peki İsa’ya tuzak kuran Ferisi
din bilginleri karakteri kim? Ve İslam’ın modern Ferisileri kim? Din rantına
konmak adına İsa’yı İKTİDARA İSPİYONLADIKLARI gibi bugün de hep hangi iktidar
gelirse gelsin yanlarına koşan, Kurân-ı Kerîm’i ve vahyi önceleyenlere
düşmanlık eden, Kurân-ı Kerîm’i bu topluma anlatmak ve toplumu uyandırmak
isteyenlere düşmanlık eden, panel ve seminerlerini basan, twittırda alimleri
hedef gösteren cübbeli ve cüppesiz onlarca Ferisi’yi de siz zaten yakından
tanıyorsunuz.
Evet, onlar tuzak kuruyor, ama buna karşılık Allah’ın da iman ediyoruz ve
inanıyoruz ki bir planı, bir tuzağı var. Şüphesiz ki Allah, tuzak kuranların en
hayırlısıdır.
65. Ey Kitap Ehli! İbrahim konusunda ne diye (boş yere)
çekişip tartışıyorsunuz? Tevrat da, İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir.
Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?
Yahudiler ve Hıristiyanlar, soylarını Hz. İbrahim’e dayandırıyorlar ve her
biri onu sahipleniyordu. Yani Yahudiler, onun bir Yahudi, Hıristiyanlar da tam
tersine onun bir Hıristiyan olduğunu savunuyordu.
Yahudilere göre İbrahim, yani ABRAHAM, arkaik Yahudiliğin yani ilk dönem
Yahudiliğinin kurucusu. Ve Yahudiler, soylarını ona atfeder. Yani Yahudiler,
İbrahim’in oğlu İSHAK soyundan, Araplar ise yine İbrahim’in oğlu İSMAİL’in
soyundan gelmektedir. Tabii Araplar da ikiye ayrılıyor: İsmail’in soyundan gelen
Adnaniler’le Hz. Nuh’un soyundan gelen Kahtaniler, yani bedevi Araplar. İsmail,
İbrahim’in ikinci eşi Hacer’den; İshak ise İbrahim’in ilk eşi, kısır olan
Sara’dan.
İbrahim’in Babası’nın adı: Tevrat’ta Tarûh ya da Tanah, İslam’da ise Azer.
Kimi İslam tarihçilerine göre de Azer, İbrahim’in üvey babası ya da amcası...
Hıristiyanlar ve Yahudiler arasındaki bu çekişme ya da dini asabiyet ile
bağdaştırmaya çalışma, bakıyorsunuz bugün bizde de var. Örneğin bazı Türk
tarihçiler diyor ki,
İbrahim, Mısır’a gittiğinde Mısır’ın başında tarihçilerin ÇOBAN KRALLA diye
adlandırdığı Hiksoslar vardı. Bu Hiksoslar, bir Sümer Türk hanedanıydı. İbrahim,
burada, KANTURA adında bir Türk prensesle evlendi ve bu prenses, daha sonra
Hacer adını aldı.
Kimi tarihçilere göre ise İbrahim, Hindistan’dan göç eden bir topluluğun
kurucusu, yani atası. Duymuşsunuzdur, Brahmanizm, Hindistan’da doğan dinlerden
biridir. Brahmanizm’in kurucusu da Brahma’dır. BRAHMA, daha sonra İbranicede ABRAHAM’a, Arapçada ise İBRAHİM’e dönüşmüştür.
Brahmanizm’de Brahman’ın ilk karısı’nın adı Sara’dır. Tam adı, SARAİSVATİ...
Tevrat’ta da İbrahim’in ilk eşinin adı SARAİ ya da SARA olarak geçer. Her ikisi
de HALKIN BABASI demektir. Biliyorsunuz, EB, Arapçada da İbranice’de de BABA
olarak geçer. REHAM ise topluluk, yani halk demektir. Yani İbranice EB (baba) +
REHAM (TOPLULUK) = EB+REHAM = Topluluğun ya da halkın babası. Brahma’nın binek
kuşu 4 kolludur. Kurân-ı Kerîm’de İbrahim’in bir kuşu dörde bölüp dört bir yanda
farklı tepelere bırakması ve çağırdığında kuşun parçalarının bir araya gelerek
dirilmesi anlatılır. Yani böylesine uçuk iddialar da var, bunu da not düşmüş olalım...
Şu da ilginç: İBRAHİM gibi, İshak ve İsmail isimleri de Sanskritçe’den
geliyor: Arapça İSHAK --> İbranicede İŞHAK --> Sanskritçede ise İŞAKHU. İşakhu,
Hinduizm’deki tanrılardan Şiva var, işte İŞAKHU, “Şiva’nın dostu” demek. İsmail
ise Arapça İsmail, İbranice İşmail, Sanskritçe ise İŞ-MAHAL. İŞ-MAHAL, anlamı
Büyük Şiva demek.
Son olarak, İbrahim ismine İranlılar da sahip çıkmaktadır. İran’ın eski dini
olan Zerdüştük, Hindistan’dan gelen Brahmanizm’in bir koludur. Yani bir anlamda
kurucusu Zerdüşt (Zarathoustra) olsa da Brahmanizm’den geldiği için kendilerini
BRAHMA’ya yani Hz. İbrahim’e atfederler onlar da BRAHMA’nın yani İBRAHİM’in
aslında bir Zerdüşt olduğunu iddia ederler. Yani Zerdüştlerin kadim öğretilerine
göre tüm Yahudiler, Araplar ve Farsiler, Hz. İbrahim’in soyundan gelmektedir. Bu
arada ilginç... Değil mi? Yahudilikteki FERİSİLER ve FARSİLER...
Yani sonuç olarak kendisini soy olarak İbrahim’e atfeden geçmişte de bugün de
birçok ırk vardır. Ayette, sadece Yahudiler ve Hıristiyanlar üzerinde duruluyor.
67. İbrahim ne Yahudi’ydi, ne Nasrani. Dosdoğru Müslüman’dı ve
müşriklerden değildi.
66. ve 67. ayetlerde İbrahim konusu devam ediyor. Medine Yahudilerinin
Resulullah’la başlıca tartışma sebebi, işte İbrahim konusuydu. Onlara göre
İbrahim’in sevdiği ve kurban adadığı oğlu İsmail değil İshak’tı. İsmail’in soyu
ise Tevrat’ta küçük ve önemsiz gösteriliyordu. Ki Hıristiyanlar da Yahudiler
gibi bakıyordu. Onlara göre Resulullah, peygamber olamazdı. Çünkü hem Eski hem
de Yeni Ahit’te ARAPLAR, KÖLE KADININ OĞULLARI olarak (Yani Hacer’in oğulları
olarak) alay edilirken YAHUDİLER ise ÖZGÜR KADININ OĞULLARI (Yani SARA’nın
oğulları) olarak övülüyordu ve Tanrı, Eski Ahit’te İshak’ı mübarek kılıyordu.
İncil’de de şöyle geçer:
İbrahim’in biri köle, biri de özgür kadından iki oğlu olduğu yazılıdır. Köle
kadından olan olağan yoldan, özgür kadından olansa vaat sonucu doğdu.
(Burada vaat sonucu derken melekler kastediliyor. Melekler, İbrahim’e gelip
İsmail’den sonra Sara’dan da bir oğul, yani İshak’ı müjdelemişlerdi.) Burada bir
benzetme vardır. Bu kadınlar iki antlaşmayı simgelemektedir. Biri Sina
Dağı’ndandır, köle olacak çocuklar doğurur. Bu Hacer’dir. (Galatyalılar 4:22-24)
Ama Kutsal Yazı ne diyor? “Köle kadınla oğlunu kov. Çünkü köle kadının
oğlu Özgür kadının oğluyla birlikte Asla mirasa ortak olmayacaktır.”
(Galatyalılar 4:30) (Burda Mirasa ortak olamayacaklar derken peygamberlik
kastediliyor. Ehli kitap, son peygamberin İshak’ın değil de İsmail’in soyundan
olduğunu asla hazmedememiştir. Bu yüzden de küfürlerinde diretmişlerdir.)
İşte böyle, kardeşler, bizler köle kadının değil, özgür kadının çocuklarıyız.
(Galatyalılar 4:31)
Yani ayetleri tekrar 65’ten itibaren okumaya başladığımızda şunları
görüyoruz: Ey ehli kitap. Hadi hakkında bilgi sahibi olduğu konular hakkında
tartışmaya girdiniz. Hakkında bilginiz olmayan konuda niye tartışıyorsunuz?
Sizler, soylarınızı İbrahim’e dayandırarak İbrahim’in kendi dininizden olduğunu
iddia ediyorsunuz. Oysa İbrahim, size indirilen kitaplardan çok çok önce yaşadı.
Musa ve İsa Mesih, İbrahim’den çok sonra yeryüzünde yaşadılar. O halde nasıl,
elinizdeki hangi bilgiyle ya da neye dayanarak... İbrahim’in kendi dininizden
olduğunu iddia ediyorsunuz? Niye aranızda tartışıyorsunuz? İbrahim, ne
Yahudi’ydi ne de bir Nasrani, yani Hıristiyan’dı. O, dosdoğru bir Müslüman’dı!
Yani siz mi ya da bilginlerinizin değiştirdiği, tahrif ettiği kitaplar mı iyi
bilecek yoksa Allah mı?
68. İbrahim’e gerçekten de en yakın olanlar, ona inananlarla
bu Peygamberdir ve iman edenlerdir. Allah, inananların dostu ve yardımcısıdır.
Ve 68. ayet: İbrahim’e gerçekten de en yakın olanlar, ona inananlarla bu
Peygamberdir ve iman edenlerdir. Allah, inananların dostu ve yardımcısıdır.
Evet... Yakınlık, soyla, neseple değil itikat birliğiyledir. İbrahim, müşrik
değildi! O bir Hanif’ti. O zaman nasıl olur da onunla ülfetinizden
yakınlığınızdan bahsediyorsunuz? İsa Mesih’i tanrılaştırıp Allah’a şirk
koştuktan sonra mı? İsa’ya üçün üçüncüsüdür dedikten sonra mı? Demek ki neymiş,
YAKINLIK, soyla sopla ilgili değilmiş; yakınlık kurduğunun itikadi ile
birleşmek, onun yolunda olmakmış.
Hani Nuh Aleyhisselam, ne diyordu oğlu iman etmediğinde?
Ey rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vaadin elbette haktır. Sen
hâkimlerin en âdilisin. (Hud suresi 45)
Peki Allah ne cevap vermişti? Yâ Nûhu, innehû leyse min ehlik. Yani ey Nuh,
kesinlikle o senin ailenden değildir... Ey Nuh, kesinlikle o senin ailenden
değildir...
Bilmiyorum şöyle bir hadis-i şerif vardı (ki sevdiğim, değerli bulduğum bir
hadistir):
“Ümmetimden bana yakın olan; benim soyumdan gelen değil, yolumdan gidendir. ”
Bugün bakıyorsunuz Şia inancına ya da ehli beyt inancını Kuran inancının
önüne geçirmiş cemaat ve tarikatlere... ayette İbrahim peygambere soy dayandırıp
birbirleriyle çekişip duran Yahudi ve Hıristiyanlar gibi, onlar da soy-sop
tartışmasına girmişler.
Eğer Resulullah’la bir yakınlığın olduğunu iddia ediyorsan, onun getirdiği bu
kitabı iyi oku ve anla! İn ettebi’u illâ mâ yûhâ ileyye! İn ettebi’u illâ mâ
yûhâ ileyye! Yani ben... Ancak... Bana vahyedilene uyarım. Bana yakınlığın mı
olsun istiyorsun? Yolumdan yürü! BANA VAHYEDİLEN BU KURANI OKU, OKUT, YAŞA VE
YAŞAT!
Bir peygamberin oğlu olmak insanı kurtarsaydı, Nuh’un oğlu kurtulurdu. Bir
peygambere soyca yakın olmak kurtarsaydı, Resulullah’ın çok sevdiği amcası
kurtulurdu. Bakıyorsun, Hz. Hasan’ın torununun torunu olan Hüseyin bin Hasan...
Kâbe’nin örtüsünü başka örtüyle değiştiriyor, veda haccı yapan hacıların
mallarına el koyuyor ve yanındaki guruhla Mescid-i Haram’ın pencere demirlerini,
sütunlarının üstündeki altınları ve Kâbe hazinesindekileri alıyor... Evli bir
kadını zorla kendi evine getirmeye çalışıyor... Yine başka bir peygamber
soyundan gelen seyyid, Yemen’e vali olarak tayin edilen İbrahim bin Musa,
Yemen’e giderken Mekke’ye uğramış ve orada gasp ve talan yapmıştır. Haksız yere
döktüğü kanlar için kendisine verilen lakap ne? Cezzar! Yani kasap!
Sonuç olarak bu ayet, sadece ehli kitaba değil, soy üzerinden din inşa eden
günümüz devletlerine, cemaat ve tarikatlerine de seslenmektedir. Eğer hayatında
Resulullah’ın izleri yoksa, getirmiş olduğu kitaba inanmıyor ve o kitapla amel
etmiyorsa, Hud suresinde Allah’ın “Ey Nuh, o senin ailenden değildir!” dediği gibi,
o kimse de Resulullah’ın ailesinden değildir. O’nun ailesi, Resulullah’ın
ÇİZGİSİNDE yaşayan müminlerdir. Ne demişti Resulullah kızına: “Kızım Fatıma,
kalk kıl namazını, peygamber kızı olsan da bu durumda seni ben bile kurtaramam.“
68. ayeti tekrar okuyalım: İbrahim’e gerçekten de en yakın olanlar, ona
inananlarla bu Peygamberdir ve iman edenlerdir. Allah, inananların dostu ve
yardımcısıdır!
69. Kitap ehlinden bir topluluk sizi saptırmayı arzuladı. Oysa
onlar sadece kendilerini saptırıyorlar da bunun farkında değiller.
Bir de 69. ayete değinmek istiyorum: Bir dini tahrif edenler, saptıranlar
genellikle o dinin din adamları... Öyle ya, boşuna dememiş üstat Ali Şeriati:
Dindar görünen bir toplumu ancak dindar görünen din adamları kandırabilirdi ve
öyle de oldu.
Yahudiliği tahrif eden kim? Yahudi din bilginleri! Hıristiyanlığı tahrif eden
kim? Yine bir Yahudi din bilgini olan ve Hıristiyanların arasına karışan Pavlus!
O zaman bu din adamları sınıfının İslam’ı pas geçtiğini, İslam’a hiç
dokunmadığını, İsrailiyat ile İslam’a onlarca hurafeyi doldurmadığını hayal
etmeyelim... Böyle güzel hayallere dalmayalım...
“Buhari’yi hakem kılmadıkça, Müslim’i hakem kılmadıkça... Allah’a yemin olsun
Müslüman olamazsınız.” diyenler de çıkacaktır, “Buhari’de gök aşağısı
yer yukarısıdır yazsa bitti benim için. Bundan sonra yer gök, gök yerdir derim.”
diyenler de çıkacaktır, (haşa) “Allah eşittir Muhammed” diyenler de çıkacaktır, “Biz istesek ahırı meleklere bile
temizlettiririz!!” diyenler de çıkacaktır, “Musa, bir tokat atıp Azrail’in
bir gözünü kör etti.” diyenler de çıkacaktır, müritlerini kibrit
kutusunda cennete götüreceğini söyleyen şeyhler de çıkacaktır, yani çıkacaktır
da çıkacaktır...
Kitap ehlinden bir topluluk... Sizi saptırmayı arzuladı.... Bakıyorsunuz
misyoner sitelerine, yok Allah eskiden Ay tanrısı olan bir putun adıymış, yok
Hz. Muhammed, İncil’de bahseden anti-christ, yani deccalmiş, onlarca bilgisiz
Müslümanları avlamak için tuzak sayfalar.... En son kim çıktı, yine ehli
kitaptan Müslümanların kafasını karıştıracak iddialar ortaya atan DAN GİBSON! Ne
demişti Dan Gibson, gerçek Kâbe, Mekke’de değil Petra’dadır. Eski camilerin yönü
Mekke’ye değil Petra’ya bakar vesaire vesaire.
Ne diyordu Maide 82’de: “İnsanlar içerisinde, inananlara en yaman düşman
olarak Yahudileri ve Allah’tan başkalarına ilahlık yakıştıranları bulursun.”
72. Ehl-i kitaptan bir grup: “İman edenlere indirilene,
Kurân’a, günün başlangıcında sözde iman edin, günün sonunda da inkâr edin. Belki
onlar da dinlerinden dönerler.” dediler.
Burda ehli kitabın bir kısmının başvurduğu AL-GI O-PE-RAS-YO-NUN-DAN
bahsediyor. Hani istihbarat örgütlerinin toplumu yönlendirmek için
görevlendirdiği manipülasyoncular gibi... Aralarına gir, onlardan görün, sonra
ayrıl! Sonra de ki, umduğum gibi bir din değilmiş! Hani televizyonlara
çıkıyorlar bazen, kendilerini iktidar partisinden gibi gösterip işte ben ARTIK
şu lidere oy vermiyorum, kahrolsun şu parti! İşte bunun adı ALGI OPERASYONU!
Algı operasyonu sadece siyasette yok. Dinler için de böyle. Açın
haberlere bakın. Her gün bir din adamının, sıradan bir Müslüman’ın değil,
özellikle din adamının ifşa olan bir ahlaksızlığı! İsrail sevicisi Adnan
Oktar’ın yediği haltlar, Uşşaki tarikatının liderinin 12 yaşındaki bir kız
çocuğunu taciz etmesi, kadınların-kızların göbeğini açtırıp muska yazdıran cami
hocaları, üfürükçüler, bilmem ne vakfı, Konya’da 7 erkek çocuğuna cinsel istismarda
bulunan tarikat şeyhi, Sakarya’da Akyazı’da küçük çocuğa tacizde bulunan tarikat
şeyhi...
Peki toplumla ilgisi ne? Diyor ki İslam’ı bilmeyen, İslam’ı atalar dini
olarak yaşayan ya da tarikatleri ve cemaatleri İslam’ı temsil ediyor ya da İslam’a
hizmet ediyor zanneden Müslümanlar... İslam buysa ben Müslüman değilim diyorlar,
yani her defasında şuur altlarında İslam’dan daha da uzaklaşıyorlar... Zaten
amaç da bu! İnsanları İslam’dan uzaklaştırmak! Ya bu ahlaksız olayları
planlayarak ya da gündemde tutarak...
Şimdi... Ayeti tekrar okuyalım: Kurân’a, günün başlangıcında sözde iman
edin, günün sonunda da inkâr edin. Belki onlar da dinlerinden dönerler...
Parantez Arası: 20
yıl önce, Hıristiyanlıkla ilgili bir site vardı ve o sitenin bir de sohbet odası
vardı. Müslümanlar gelirdi, soru sorarlardı falan... O sohbet odasında iki kişi daha vardı:
Biri KRAL KAYRA nicki almış bir Hıristiyan, yani adamın yazdıklarına baksanız
melek sanırsınız... Öbürü SATANİST İMAM nicki almış bir Müslüman... Tabii o
zaman onun
Müslüman olduğunu sanıyoruz biz...
Bu Satanist İmam, güya... Küfürcü, ahlaksız, vesaire. Öyle bir küfrediyor ki
Hz. İsa’ya, annesi Meryem’e, Kutsal Ruh’a! Her defasında Müslümanlar, mahcupça
diyor ki siz onun kusuruna bakmayın, aramızdan böyleleri de çıkıyor işte...
Falan.... Birgün,,, Sohbet ediyoruz... Bir şey oldu... Aklıma birden bir düşünce
geldi, güçlü bir düşünce.... Hain Yahuda ile ilgili bir ayet... Sohbet odasına yazdım... Dedim
ki... Az sonra... Odamızda bulunan bir hain... Kendini ele verecek...
1-2 saniye geçmedi. O konuşmalarıyla melek sandığımız Hıristiyan KRAL
KAYRA... Birden... SATANİST İMAM’ın ağzıyla yine Hz. İsa’ya... Annesi Meryem’e,
Kutsal Ruh’a falan küfretmeye başladı. Ben ODAMIZDA BULUNAN BİR HAİN KENDİNİ
ELE VERECEK dememden sadece 1-2 saniye sonra... Meğer... Bu Adam.... Bu Kral
Kayra... Sohbet odasına iki nickle geliyormuş. Bir kendi nicki, Kral Kayra, bir de
sahte bir nick, Satanist İmam. Satanist İmam nickiyle kendi inandığı Hz.İsa’ya
küfreden, Annesi Meryem’e küfreden, Kutsal Ruh’a küfreden, küfrederken de bu
küfreden bir Müslüman sansınlar diye küfreden bir Hıristiyan! Müslüman
görünen.... İçinde İMAM kelimesi geçen bir nick alan... Ve Müslümanlar işte böyleymiş desinler diye
kendi kutsallarına küfreden bir Hıristiyan! Yani mide bulandırıcı!
haysiyetsizce!
İşte 72. ayeti okuduğumda aklıma ilk bu anlattığım olay geldi.
İman
edenlere indirilene, Kurân’a, günün başlangıcında sözde iman edin, günün sonunda
da inkâr edin. Belki onlar da dinlerinden dönerler! Müthiş bir ayet! Öyle
bir yakalıyor ki, ehli kitaptan kimi insanların başvurduğu bu algı operasyonunu
öyle bir gözler önüne seriyor ki! Ve niye yapılıyor bu algı operasyonu, niçin? ÇÜN-KÜ DİN-LE-RİN-DEN DÖNERLER diye.
75. Kitap ehlinin içinde öylesi vardır ki ona bir kantar altın
emanet etsen onu, olduğu gibi öder. Öylesi de vardır ki bir altın emanet etsen
ayak direyip ısrar etmedikçe geri vermez. Bu da, okumayazma bilmeyenlerin
mallarını almada bir vebal yok bize demelerindendir. Bile bile Allah’a karşı
yalan söylerler.
Ayette kitap ehlinin öylesi var dediği, emaneti olduğu gibi ödeyen, (denilen
kesimin) Hıristiyanlar olduğunu düşünüyorum. Öylesi de vardır ki bir altın
emanet etsen bile onu ödemeyen dediği ise Yahudiler...
Kuran, bize ehl-i kitaba yaklaşımımızı ya da onların kalitesini ikiye
ayırıyor:
Hıristiyanlar, Meryem oğlu İsa’ya Allah’ın oğlu ya da üçün üçüncüsü dedikleri
için şirk koşuyor. Ama buna rağmen kimi özellikleri övülüyor. Örneğin Maide
82’de ehli kitaptan iman edenlere, yani müminlere sevgice en yakın olanın
Hıristiyanlar olduğunu söylüyordu. Aynı ayette yine inananlara en azılı
düşmanlık edenlerin ise Yahudiler olduğunu söylüyordu. Bu ayette de böyle.
Hıristiyanları, emanete ihanet etmeyen; Yahudileri ise emanete hıyanet eden
olarak yorumluyordu.
İlginçtir... Resulullah... Sahabelerine hicret emrini verirken Yahudi bir
ülkeye ya da kralına gidin demedi. Hıristiyan olan Habeş kralı Necaşi’ye
gönderdi. Şunu da söyleyeyim: Kurân-ı Kerîm, anlatım tarzı olarak çoğu zaman
ünvan adlarını özel ad olarak kullanır. Örneğin FİRAVUN, bir isim değil
ünvandır. Her firavun, ilahlık iddiasında bulunmamıştır. İlahlık iddiasında
bulunan ve Musa devrinde yaşayan firavun, büyük ihtimalle 2. Ramses’tir. Bunun
gibi Necaşi de imparator gibi, kral gibi, padişah gibi ya da bugünkü
cumhurbaşkanı gibi, sadece bir ünvan. Asıl adı ASHAME...
O zaman şunu görüyoruz.... Allah, indirdiği vahiyde insanlara ibadetten önce
İN-SAN olmayı emretti. Adaletli olmayı, merhametli olmayı, haddi aşmamayı,
yetimi kollamayı, yoksulu ezmemeyi... Bugün, Müslümanlar arasında da Yahudilerin
yaşadığı bir ahlaki çöküş varsa, sebebi, dinin şartlarını ibadetten ibaret gördüğümüz
için ve Kurân-ı Kerîm’i anlamadan okuduğumuz için!
Yahudi hahamlar, TEV-RAT-I tahrif ettiler; Müslümanların başındaki dini
liderlerse bu ümmeti Kurân-ı Kerîm’den ve Kurân-ı Kerîm’i anlamaktan
uzaklaştırdılar. Hem namaz kılıp hem haramlar içinde yüzüyoruz; hem oruç tutup
hem kul hakkı yiyoruz, hem hacca gidiyor hem hırsızlık yapıyoruz... Eeee? Niye?
Yahudilerdeki yozlaşmanın sebebi, tahrif ettikleri kitapta peygamberlerin
yaşamını anlatırken günahlar içinde yüzen AHLAKSIZ BİR
PEYGAMBER portresi çizmeleri. Müslümanlardaki yozlaşmanın sebebi ise GÜZEL
AHLAKI TAMAMLAMAK İÇİN GÖNDERİLEN PEYGAMBERİN getirdiği kitabı açıp yahu bu
kitap ne diyor diye okumamaları...
Yusuf kıssasını oluyorsan, Yusuf kadar iffetli
olacaksın. İbrahim kıssasını okuyorsan, İbrahim kadar tağuta düşman olacaksın.
Davud kıssasını okuyorsan Davud kadar adaletli olacaksın. Eee? Yüzde 99’u
Müslüman olan bu ülkede hırsızlık, yolsuzluk, namussuzluk, ahlaksızlık, had
safhadaysa ya İslamoğlu’nun dediği gibi gerçekten de YAHUDİLEŞME TEMAYÜLÜ
yaşıyoruz ümmet olarak ya da biz bu dini anlamıyoruz!
Yahuduliğe dönelim... Ayeti bağlayalım: Bu da, okuma-yazma bilmeyenlerin
mallarını almada bir vebal yok bize demelerindendir. Yahudilerin böyle bir
huyu var. Allah’ın koyduğu sosyal haramları sadece Yahudilere karşı işlememe
olarak çarpıtıyorlar Kitabı! 10 Emir neydi? Hırsızlık yapmayacaksın! Ama diyor
ki hahamlar, Yahudilerden çalmayacaksın, Yahudi olmayanlardan çalabilirsin. ayette diyor ya, BİR AL-TIN E-MA-NET ET-SEN KAPISINA DAYANMADAN ödemezler! Başka
ne diyordu 10 emirde? Öldürmeyeceksin! O zaman Filistin’de bebekleri, yaşlı
kadınları öldürenler kim? Onlar inanmıyor mu 10 Emre? İnanıyor ama diyor ki:
ÖLDÜRMEYECEKSİN emri sadece Yahudiler için geçerlidir! Yahudi olmayanları
öldürebilirsin. Bırakın Yahudi olmayanları, KEN-Dİ PEY-GAM-BER-LE-Rİ-Nİ
öldürüyorlar! İŞAYA’yı, ZEKERİYYA’yı, YAHYA’yı...
İşte Allah, bu ayette onların bu tutumlarını eleştiriyor!
79. Beşerden hiç kimseye yakışmaz ki, Allah ona kitap versin,
anlayış versin, peygamberlik versin de sonra insanlara şöyle desin; “Allah’ı
bırakıp bana kul olun”. Fakat öğretmekte ve ders alıp vermekte olduğunuz kitap
sayesinde, bildiği ile amel eden âlimlerden olun der.
79. ayette geçen “rabbâninine” ya da istilahi bir anlam olarak “rabbâniyyun”
kelimesine de değinmek istiyorum. Rabbaniyyun, Yahudilerin din adamlarına verdiği
ad. İbranicede geçen şekliyle RABBİ, ULUL ELBAB kelimesinin İbranice versiyonu.
Yani ilimde derinleşmiş kişilere “Rabbî” (רב) deniliyor. Yahudilikte bilinen ilk
RABBİ, Hz. Musa’dır, yani Yahudilerce ilk Hz. Musa için kullanılmış bir ünvandır.
Arapçada ise bu RABBİ kelimesine karşılık “rabbanî” kelimesi kullanılmış.
Örneğin İslam alimlerinden Ahmed Sirhindî’ye verilen ünvan, bugün de kullanılan
şekliyle İMAM RABBANİ’dir. Kısaca “rabbî” ya da “rabbânî”; kendisine ilim ve
hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden derin âlim demektir. Aklıma eskiden çok
yakından takip ettiğim bir yayınevi geldi: İslamoğlu yayıncılık. Orda Muhammed
İbrahim Şakra’nın “RABBANİ TOPLUM” diye bir kitabı vardı ilk okuduğum
kitaplardan.
Beşerden hiç kimseye yakışmaz ki, Allah ona kitap versin, anlayış versin,
peygamberlik versin de sonra insanlara şöyle desin; “Allah’ı bırakıp bana kul
olun”.
Burda pratikte ilahlaştırılan peygamberlerden söz ediyor ve bu peygamberlerin
asla ilahlık iddiasında bulunmayacaklarını, bunun o peygamberlere yapılan bir
iftira olduğunu söylüyor. Tevbe suresi 30’u hatırlayın: Ve gâletil yehûdu
‘Üzeyrun-ibnullâhi vekâletin-nasârâl mesîhubnullâh! yani “Yahudiler, Uzeyr,
Allah’ın oğludur dedi, Nasraniler de Mesih, Allah’ın oğludur dedi.“
Üzeyir kim? Tevrat’ta EZRA adıyla geçen peygamber. Bu Ezra, Babil sürgününden
sonra İsrailoğulları’ndan 5.000 kişiyi Babil’den kurtarıp Kudüs’e getiren kişi.
Üzeyir’e Allah’ı oğlu diyenler, günümüzde var olmayan bir topluluk ya da mezhep
diyelim. Hz. İsa’nın “tanrının oğlu” olduğu iddiasını atan kim? Pavlus! Hani şu Yahudilerin
Hıristiyanlığı deforme etmek için soktukları ajan. Aynı zamanda bu Pavlus, bir
RABBİ, yani TORAH ÖĞRETMENİ, bir din bilgini. Ayette geçiyordu ya RABBANİ
kelimesi. Belki ona da bir atıf var.
Yani gönderdiğim elçiler, tek bir Allah’a iman etmelerini
söylediler insanlara. Aralarından hiçbiri, ben Allah’ın oğluyum diye bir iddia
ortaya atmadı. Ama kimi zamanla o peygamberin takipçileri onu aşırı yücelttiler.
Örneğin bugün de böyle. Yani peygamberlerini aşırı yüceltme, onları rab ya da
RABBİN ORTAĞI edinme hatasını bugün... Ne yazık ki... Bazı Müslüman grupların da
işlediğini görüyoruz.
80. O (Elçi) size; melekleri ve peygamberleri rabler
edinmenizi de (asla) emretmez. Siz, Müslüman olduktan sonra, size küfrü mü
emredecek?
Bu kez, Kurân-ı Kerîm, objektifini ehli kitaptan Kureyşli müşriklere
çeviriyor. Hani Yahudiler, Ezra’ya Allah’ın oğlu diyorlardı. Hıristiyanlar da
Hz. İsa’ya Allah’ın oğlu diyorlar ve vahyin geldiği o döneme dönüp meleklere
“Allah’ın kızları” diyen Kureyş toplumuna diyor onların yaptığı hatayı siz de
üstleniyorsunuz diye. Ne diyordu NAHL suresi 57’de?
“Onlar, Allah’a kızlar isnad ediyorlar. O, bundan münezzehtir.
Kendilerine ise erkek çocukları isnat ederler.”
Şunu da biliyorsunuz. Kureyşliler’in taptıkları putlar, aslında meleklerdir,
yani onları tasvir etmek için yapılmışlardır. Örneğin Lât, Menât ve Uzzâ,
Kureyşlilerce “Allah’ın kızları” olarak isimlendiriliyordu yani bu 3 put da
birer melekti aslında. Bu üç puta verilen isimler de ilginç... Örneğin el-Lât,
“Allah” isminin müennesi. El-Menât, Allah’ın EL MENNAN isminin müennesi. El Uzzâ
ise yine Allah’ın EL AZİZ isminin müennesi. Yani putlara koydukları adlar,
esmaül hüsnada anılan Allah’ın isimlerinin müennesi... Yani DİŞİ şekli.
Ve bu putların bir kısmı melek, bir kısmı da CİNLER. Yani sadece meleklere
değil cinlere de tapıyorlar. Hatta ve hatta bazıları, ayette de geçtiği üzere
peygamber. Yani eski bilinen peygamberlerin adına put yapıp tapan kabileler de
var.
81. Hani Allah peygamberlerden ’kesin bir söz (misak) ’
almıştı: “Andolsun size Kitap ve hikmetten verip sonra size beraberinizdekini
doğrulayan bir elçi geldiğinde, ona hemen kesin olarak iman edecek ve ona
yardımda bulunacaksınız” buyurmuştu. (Ardından:) “Bunu ikrar ettiniz ve bu ağır
yükümü aldınız mı?” (diye sormuştu.) Onlar ise: “İkrar ettik!” (Kabullendik)
demişlerdi de (bunun üzerine Rabbimiz de:) “Öyleyse şahit olun, Ben de sizinle
birlikte şahit olanlardanım” demişti.
Burda anlatılan olay, Tevrat’ta MISIRDAN ÇIKIŞ adlı bölümde geçiyor.
İsrailoğuları, Kızıldeniz’i geçip Mısır’dan çıktıktan üç ay sonra SİNA DAĞI’na
geldiler. Hani ayette TUR-İ SİNİNE VE HEZEL BELEDİL EMİN diyor ya, o dağ! Hz.
Musa, Sina Dağı’nda Allah’la konuştu Tevrat’a göre. Ve Allah ona şöyle seslendi:
Mısır’dan Çıkış Kitabı, 19. Bölüm, 3 ile 6. ayetlerin arası:
Yakup soyuna, İsrail halkına şöyle diyeceksin: Mısırlılar’a ne yaptığımı,
sizi nasıl kartal kanatları üzerinde taşıyarak yanıma getirdiğimi gördünüz.
Şimdi sözümü dikkatle dinler, antlaşmama uyarsanız, bütün uluslar içinde öz
halkım olursunuz. Çünkü yeryüzünün tümü benimdir. Siz benim için kâhinler
krallığı, kutsal ulus olacaksınız. İsrailliler’e böyle söyleyeceksin.
Sonra Hz. Musa, halkının yanına döndü ve rableriyle kendisi arasında yapılan
anlaşmayı anlattı ve bu anlaşmayı kabul ediyor musunuz diye sordu onlara.
Onlarsa öyle cevap verdi... Bütün ağızdan: RAB’bin söylediği her şeyi
yapacağız....
İşte bu 81. ayette bir vurgu, bir hakikat yatıyor. Yahudilerin gizlemiş
olduğu bir hakikat! Az önce okuduğum Tevrat ayetinde dikkat ederseniz Kurân-ı
Kerîm’den daha farklı olarak anlatıyor, yani bir kısım ifadeler atlanmış....
Hangisi? Kitap ve hikmetten verip sonra size beraberinizdekini doğrulayan bir
elçi geldiğinde, ona hemen kesin olarak iman edecek ve ona yardımda
bulunacaksınız... Hani Bakara 106’da diyordu ya... Yağrifûnehû kemâ
yağrifûne ebnâehum.... Yani, kendi oğullarını tanır gibi tanırlar...
Ama yine de içlerinden bir kısmı bilebile gerçeği gizler.
82. Artık kim bundan sonra (Hakk’tan) yüz çevirirse, onlar
fasık olan (hain ve münafık kimselerdir).
82. ayet, kim bundan sonra, yani yaptığımız anlaşmaya rağmen....
Hepimiz, her ümmet hatta her toplum, Rabbiyle bir anlaşma yaptı öyle değil mi?
Ve Kurân-ı Kerîm’de bu anlaşmalar sürekli hep hatırlatıyor. İlk anlaşma, Araf
172’de geçen elest bezminde yapılan anlaşma? ELESTİ BİRABBİKUM! Ben sizin
rabbiniz miyim? Dedik ki hepimiz, BELA, evet, öyle, sen bizim rabbimizsin ya
rabbi! İbrahim’le ve soyuyla anlaşma yaptı ve hatta bu anlaşmanın işareti,
belirtisi olarak erkek çocuklar sünnet edilecektir dendi, Musa’ya anlaşma yaptı,
size beraberinizdekini doğrulayan bir elçi geldiğinde, ona hemen kesin olarak
iman edecek ve ona yardımda bulunacaksınız değil mi dendi ve Müslümanlar olarak
bizler de İSLAM’A GİRERKEN bir anlaşma yapıyoruz kelime-i şehadet getirerek!
Şehadet ederim ki Allah’tan başka bir ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki
Muhammed, onun kulu ve resulüdür. Bu da bir anlaşma!
93. Tevrat indirilmeden evvel, İsrail’in kendine haram
kıldıklarından başka, İsrailoğullarına bütün yiyecekler helâl idi. De ki: “Şu
halde eğer doğruysanız, Tevrat’ı getirin de onu okuyun.“
Yahudilerin haram ve helal diye nitelendirdikleri gıdalara baktığımızda,
helal yiyeceklere “kaşer” deniliyor. Bu helal yiyecekleri belirleyen kurallara
da “kaşerut” kuralları diyorlar. Karada yaşayan hayvanlardan GEVİŞ GETİREN ve
ÇİFT TIRNAKLI hayvanlar helal, bunun dışındakiler de haram... Bunun yanında
domuz, tavşan ve deve eti de haram... Deve sütü de tabii.. Böcek, sürüngen ve
kemirgen hayvanların tümü haram... Pullu ve yüzgeçli olmayan balıklar, midye ve
istiridye gibi kabuklu hayvanlar ve ahtapot, kalamar, ıstakoz, karides, kerevit,
yengeç, denizkestanesi yenmesi haram. Etli ile sütlü gıdaların aynı anda
yenilmesi, hatta aynı kaplarda pişirilmesi bile haram...
Bu hayvanları bir de öyle gelişigüzel insanlar da kesemez. ŞOHET adını
verdikleri özel eğitim almış kasaplar kesebilir. Hani ŞOHET olabilmeniz için
hahamlardan diploma almanız gerekiyor. Ancak ondan sonra ete KAŞER, yani HELAL
ET damgası vurulabiliyor.
Ayette geçen “İsrail” kelimesi, bir ülke adı, yani bugünkü İsrail devleti
falan değil, Hz. Yakup. Yani Hz. Yakup’un lakabına İsrail, Hz. Yakup’un soyuna
da İsrailoğulları adı veriliyor.
Resulullah döneminde yaşanan İLA ve TAHYİR hadisesi var biliyorsunuz.
Peygamberimizin hanımları Aişe ve Zeynep arasında yaşanan bir rekabet var. Hz.
Zeynep, Resulullah her gelişinde ona bal şerbeti hazırlayıp ikram ediyor. Bu
yüzden de onun yanında daha fazla kalıyor. Hafsa ve Aişe, bir plan yapıyor.
Hafsa, Resulullah geldiğinde soruyor, ya Resulullah, megâfir mi yediniz. Hani
megâfir, urfud ağacından yapılan kötü kokulu bir zamk... Resulullah, hayır diyor,
ben bal şerbeti içtim. O zaman da Hafsa diyor ki demek ki o balın arısı, urfud
ağacından bal toplamış, çok kötü kokuyor. Tabii bunları söyleten, yani Hafsa’ya
bunları bunları söyle diyen aslında Aişe! O zaman Resulullah, bir daha bal
şerbeti içmem diye yemin ediyor ve işte bu yüzden Tahrim suresi 1. ayet nazil
oluyor. Yani;
“Ey Peygamber! Niçin hanımlarının hoşnutluğunu arayıp da Allah’ın helâl
kıldığı şeyi kendine yasaklıyorsun? Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet
edicidir.“
İşte Resulullah döneminde yaşanan İLA ve TAHYİR hadisesinin aynısı, Hz. Yakup
döneminde de yaşanıyor. Hz. Yakup, siyatik hastalığına yakalanıyor ve iyileşirsem
bir daha etlerin damar ve sinirlerini yemeyeceğim, sevdiğim deve etini bir daha
yemeyeceğim ve deve sütünden bir daha içmeyeceğim diye bir adak adıyor... Ya da
yemin ediyor diyelim... Başka bir keresinde de Hz. Yakup, güya, haşa, Allah ile
güreş tutarken baldırına aldığı bir darbe yüzünden hayvanların kalça kaslarını
yemeyi kendisine haram kılıyor. Kendisinden sonra İsrailoğulları da Allah bu
ürünleri, yani deve eti, deve sütü, damar ve sinirler ve kalça budu gibi şeyleri
kullanmıyor, kendilerine haram sayıyorlar.... GÜYA!
Ayete dönelim, diyordu ki: İsrail’in kendine haram kıldıklarından başka,
İsrailoğulları’na bütün yiyecekler helâl idi. Dikkat edin bu cümle ya da bu
iddia, Yahudilere ait. Onlar, öyle iddia ediyor. Sebebi de şu... Hani
Yahudilikte bir kavram var. SEÇİLMİŞ IRK ya da TANRI’NIN IRKI, TANRI’NIN HALKI.
Bu yüzden de diyorlar ki bizler, Allah’ın oğullarıyız, Allah’ın
sevgilileriyiz... Yedidya, İbranicede Tanrının sevgilisi demek... Bizler
Yedidya’yız... Bizde geçen habibullah gibi... Bu yüzden, biz, Allah’ın
sevgilisi, Allahın oğulları olan biz, Tanrı’nın halkı, seçilmiş halk olduğumuz
için Tevrat’ta geçen haramlar, işlediğimiz günahlar yüzünden Allah’tan bir ceza
olarak gelmedi. Tevrat’tan önce atamız Yakup, bunları kendisine haram kıldı, bu
yüzden biz de bu geleneğe uyuyoruz.
Allah da diyor ki bu iddiaya karşılık... Eğer diyor, bu iddianızda
samimiyseniz, o zaman Tevrat’ı getirin de okuyun... Tevrat’ı getirin de
okuyun... Enam 146’da şöyle diyordu:
Tevrat indirilmeden evvel, Yahudi olanlara her tırnaklı (hayvanı) haram
kıldık. Sığırlardan ve koyunlardan, sırtlarına ya da bağırsaklarına yapışan
veya kemiğe karışanlar dışında, iç yağlarını da onlara haram kıldık. ’Azgınlık
ve hakka tecavüzde bulunmaları’ nedeniyle onları böyle cezalandırdık. Biz
şüphesiz doğru olanlarız
Demek ki neymiş, bunların haram kılınmasının sebebi, Hz. Yakub’un kendisine
bunları yasaklaması değil, Allah’ın ayette geçtiği gibi AZGINLIK ve HAKKA
ZULÜMLERİ ya da KENDİ NEFİSLERİNE ZULMETMELERİ nedeniyle Allah tarafından bir
cezaymış.
95. De ki: “Allah doğruyu söylemektedir. Öyleyse Allah’ı bir
tanıyan (Hanif) ler olarak İbrahim’in dinine uyun. O, müşriklerden değildi.”
95. ayeti okuyalım: Allah doğruyu söylemektedir ya da Allah doğruyu
söylemiştir... 93. ayeti hatırlayalım. Yani Yahudilerin bir iddiası var, bu
ise yalan bir iddia. Haramların nedeni, Yakub’un kendi nefsine bu ürünleri yasaklaması
değil İsrailoğullarının bir HAK EDİŞİDİR yani azgınlıkları yüzünden Rableri
tarafından verilen cezadır.
Kurân-ı Kerîm’deki diğer ayetleri incelediğimizde ta başlangıçtan itibaren
Allah’ın TEMİZ ŞEYLERDEN YİYİN diye emrettiğini görüyoruz. Örneğin Müminun
suresi 51... Yâ eyyuhârrusulu kulû minet tayyibâti... Yani ey resuller,
ey elçiler... Güzel ve temiz olan şeylerden yiyin! Ya da İsra 8:
Andolsun ki biz Âdemoğullarını üstün kıldık, onları karada suda taşıdık VE
TERTEMİZ ŞEYLERLE rızıklandırdık, onları ve yarattıklarımızın çoğundan üstün
kıldık.
Başlangıçtan beri gelen tüm peygamberlere verilen bu emirler, işte hanif
din... Her peygamber, kendi döneminde Müslümanların ilki!.. O zaman gelin
İbrahim’den önce gelen peygamberlerin de, İbrahim’in ve ondan sonra gelen
peygamberlerin de uyduğu ve şimdi de işitmekte olduğunuz Peygamber’in (Muhammed
sallallahu aleyhi vesellem’in) anlattığı
bu hanif dine gelin iman edin! Hahamlarınızın, rabbilerinizin ya da rabbani
alimlerinizin çarpıttığı, tahrif edilmiş şeylere değil; Bakara suresi 2. ayette
dediği gibi: ZELİKEL KİTEEBU LEE RAYBE FİH! İçinde hiç şüphe olmayan bu
kitaba iman edin! Çünkü;
Mâ kâne ibrâhîmu yehûdiyyen velâ nasrâniyyen velâkin kâne hanîfen muslimen!
İbrahim, ne Yahudi idi, ne Hıristiyan’dı; ancak, o hanif bir Müslüman’dı. (Ali
İmran 67)
Yani diyor ki: Gelin - siz de - İbrahim’in - dinine - İbrahim’in de mensup
olduğu bu hanif dine - iman - edin!
Bu sayfa hakkındaki yorumlar:
Yorumu gönderen: Akhenaton, 18.11.2020, 11:23 (UTC): Tefsir değil Abdurrahman hocam... Sadece bir Kuran talebesinin sesli düşünceleri belki de Kuran'ı anlamaya çalışırken sesli düşünce şekli. Değerli yorumunuz için teşekkür ederim. |
Yorumu gönderen: abdurrahman yördem, 18.11.2020, 10:08 (UTC): Allah Razı olsun. günümüze geçerli bir tefsir olmuş. tebrik ederim.
|
|
Bu sayfa hakkında yorum ekle: